Bu akşam saat 22.00'de, 2 gündür toplantı halinde olan FED üyeleri, beklenen faiz kararını açıkladılar. FED'in daha önceki açıklamalarından hareketle, faizdeki artışın 0.25 baz puan şeklinde olacağı ve 2017 yılı için de 2 kez daha faiz artışına gideceğinin vurgulanması beklenmekteydi.
Beklendiği gibi faiz artışı 0.25 baz puan şeklinde gerçekleşti ve politika faizi 0.25-0.50 aralığından 0.50-0.75 aralığına yükseltildi. Piyasalar zaten bu oranda bir faiz artışı beklentisini daha önceden fiyatlamıştı. Yani Türkiye'de de dolar kurunda son bir ayda yaşanan artışlarda bu beklentinin payı çok yüksekti. Dolayısıyla artan FED politika faizi, ülkemizdeki dolar kuruna yansımasını gerçekleştirdiği için bu yönde bir yeni yükseliş hareketi artık muhtemel görünmüyor. Ancak, 2017 yılına dair yapılan açıklamalar işleri biraz zorlaştıracak gibi duruyor.
FED'in bugünkü faiz artırımının son 11 yılda gerçekleştirdiği ikinci faiz artırımı olduğunu düşünürsek (ilki geçen sene aralıktaydı) aslında bu artış piyasalar açısından son derece önemli bir gelişmedir. Ancak yukarıda da değindiğim gibi piyasalar bu beklentiyi zaten fiyatladı ve bu akşam beklentilere uygun bir artırım gerçekleştiği için bir rahatlama dahi yaşanabilir. Ancak bugünkü faiz artırımından sonra asıl beklenti, FED'in 2017 yılına ilişkin olarak yapacağı açıklamaları üzerineydi. Toplantıdan çıkan karara göre FED, 2017 yılında beklendiği gibi 2 değil, 3 kez daha faiz artışına gideceğini duyurdu. Bu açıklama tüm ülke piyasalarında geniş bir yankı uyandırdı. Çünkü 11 yılda sadece 2 kez faiz artıran FED, 2017 yılında 3 kez faiz artıracağını ilan etti. Ancak şuna dikkat edilmesi gerekir ki bu sadece bir açıklama ve her açıklama gerçekleşecek diye bir kural kesinlikle yoktur. Öyle ki gecen sene de 2016 için 2-3 kez faiz artıracağınin sinyallerini veren FED, sadece bir kez bu yola başvurdu...
Bu durumda bugün sabah piyasaların bu açıklamalara nasıl tepki vereceği çok önemli olacaktır. Eğer piyasalar 2017 açıklamasını ciddi görüp fiyatlamaya başlarlarsa $/TL kurunda yukarı doğru bir hareket kaçınılmaz olacaktır. Bu yazıyı yazarken (saat 02.30 dolayları) ABD borsalarının FED kararına olumsuz tepki vererek düşüşe geçmiş olmaları, aslında bu kararın Türkiyede ki dolar kuruna olumsuz etkiler yaratabileceğine dair sinyaller vermektedir. Yani $/TL kurunda tekrar yukarı yönlü bir hareket yaşamamız son derece muhtemel. Elbette ilerleyen günlerde TCMB'nin bu gelişmelere nasıl bir tepki vereceği ve hükümet kanadından gelecek konuya ilişkin açıklamalar, kura asıl etkiyi verecek olan olaylar olacaktır. Ancak kapanışta şunu belirtmekte fayda var ki ilerleyen süreçte TCMB'nin de bir faiz artışına gitmesi son derece akıllıca ve yerinde bir karar olacaktır...
14 Aralık 2016 Çarşamba
9 Aralık 2016 Cuma
TARIM SEKTÖRÜ BÜYÜRKEN OLAN ÇİFTÇİYE OLUYOR
2015 yılına ilişkin olarak açıklanan verilere bakıldığında tarım ürünleri ihracatımızın son 10 yılda 5 milyar dolardan 16 milyar dolara yükseldiği görülmektedir. Ayrıca yaş meyve ve sebze üretimi 40 milyon tondan 50 milyon tona çıkarken, tarım sektörünün büyüklüğü de 22 milyar dolardan 50 milyar dolara yükselmiştir.
Evet rakamlar her şeyi ortaya koyuyor aslında. Sektörde gözle görülür bir ilerleme var gibi. Peki ama asıl soru, bu rakamların bu seviyelere gelmesinde en önemli paya sahip çiftçiler, tarım üreticileri bu büyüyen pastadan aldıkları payı ne kadar arttırabildiler?
İşte bu sorunun cevabı hepsinden çok daha önemli olsa gerek. İşte sizlere bir rakam daha o zaman! Ülke nüfusumuzun %25’lik bir kesimi tarım sektöründe istihdam bulmasına rağmen, bu nüfusun milli gelirimizden aldığı pay sadece yeni artışlarla %8’ler seviyesine gelebilmiştir. Kaba bir hesapla %17 oranında bir gelir kaybı söz konusu. Elbette ki bu durum üreticilerin yeterince mutlu olmamasına yeter de artar bile.
Avrupa Birliği’ne girebilmek için her alanda düzenleme yapmaya çaba harcandığı herkes tarafından görülebiliyor. Öyleyse Avrupa tarımında durum nedir bunların da konuşulmasında fayda var. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde pazara getirilen ürünler büyük üretici kooperatifleri tarafından pazarlanmaktadır. Bizim ülkemizde ise neredeyse dünyada hiçbir benzeri tam anlamıyla olmayan “aile çiftçiliği” söz konusudur. Dünyada ve Avrupa’da uygulanan kooperatif sistemi, kooperatifler bünyesinde örgütlenme, üretim aşamasından son aşama olan tüketime kadar süren destekler, teknoloji kullanımının teşvik edilip yaygınlaştırılması gibi pek çok sorunda destekçi olmaktadır. Türkiye’de sayılan bu faaliyetlerin hepsi çiftçilerin kendi çabaları ile yürütülmektedir. Tarlada üretilen ürünler tüketicinin sofrasına gelene kadar ortalama 3 kat fiyat artışına maruz kalmaktadır. Bunun en büyük sebebi de halen üretilen ürünlerin toptancı halleri aracılığı ile pazarlanıyor olmasıdır. Örneğin tarladan 50 kuruşa çıkan bir kg domates, soframıza gelene kadar 2 TL'ye ulaşmaktadır. Tüketicinin cebinden çıkan 2 TL, çiftçinin cebine giren ise 50 kuruş...
En gelişmiş ekonomi olduğunu bildiğimiz ABD'de yaklaşık 250.000 adet tarım kooperatifi bulunması son derece anlamlıdır. Ülkemizde ki kooperatifçilik sistemine bakıldığında ise sorunları çözebilen değil aksine sorun yaratan bir yapı olduğu açıktır. Bir çok üretici birliği ya da kooperatifi, bölgesine göre 14-15 bin çiftçi üyeden oluşmaktadır. Bu kadar çok üyenin bir arada bulunduğu bir ortamda hem idari anlamda hem de iletişim ve uygulama anlamında çok büyük aksaklıklar oluşacağı son derece açık bir durumdur. Bu sorunun ortadan kaldırılmasının tek ve basit yolu da ürün ve bölgesel bazlı kooperatiflerin kurulması ve kar amacı güdülmeden çiftçilere destek olunmasıdır. Üreticiden çıkan ürünlerin arada aracılar olmadan tüketiciye ulaştırılması da ayrı bir destek konusu olmalıdır.
Gerçek hak edenin yani tarlada çalışan çiftçinin kazanabilmesi için bu işlerliğin kazandırılması son derece önemlidir. Ancak bu sayede çiftçinin kazancı, vatandaşın cebinden çıkan paraya eşit olacaktır ve sektörün bütün büyüklüğü üreticinin cebine kalırken tüketici de daha fazla tasarruf etme şansı bulacaktır…
PEKİ GERÇEK BİR TARIM ÜLKESİ MİYİZ?
Anadolu, yüzyıllardan beri bütün dünyanın en verimli toprakları olarak kabul edilen coğrafyası sayılmıştır. Buna paralel olarak da bu bölgede yaşayan halklar geçimlerini büyük çoğunlukla topraktan sağlamışlardır. Birçok kişi diyebilir ki “ eski çağlarda teknoloji yoktu sanayi yoktu, insanlar toprağa muhtaçlardı”. Ben bu görüşe pekte katıldığımı söyleyemeyeceğim. Nedeni ise sanayi sektörünün tarım sektörüne olan bağlılığıdır. Tarımda üretilen ürünlerin bir çoğu ağır sanayi için de hammadde teşkil etmektedir. Yani gelişen bir toprak üretiminin sanayi üretimini de teşvik etmesi gerektiği apaçık ortadadır.
Günümüz dünyasında yaygın olan bir görüşe göre, kişi başına düşen gelir ve zenginliğin yüksek olduğu gelişmiş ekonomiler daha çok sanayi, teknoloji ve bilgiye dayalı sektörlere önem vermekte, buna karşın kişi başına düşen gelir ve zenginliğin düşük olduğu gelişmekte olan ülke ekonomilerinin ise daha tarımsal kaynaklı olduğu dikkat çekmektedir. Bu bağlamda sanayi sektörü, gelişmiş olmayı ve gücü, tarım sektörü ise geri kalmışlığı ve zayıflığı simgelemektedir. Ancak Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine bakıldığında bu görüşlerin ne kadar da yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birisi olarak kabul edilen ABD, dünya hububat üretiminde ikinci, yaş sebze ve meyve üretiminde üçüncü, et ürünleri üretiminde ikinci ve su ürünlerinde altıncı en büyük üretici konumundadır. Öyleyse gelişmişlikle tarımsal üretimin ters orantılı olduğunu düşünmek bizi çok doğru bir noktaya götürmeyecek, aksine gelişmişlik seviyesine ancak güçlü bir tarımsal alt yapı ile ulaşılabileceği tezine de destek verecektir.
2010’lu yıllara gelindiğinde Türkiye’de tarım sektöründe çok ciddi sıkıntıların olduğu bir gerçektir. Bu konuda cevaplanması gereken asıl soru da bu sıkıntıların nereden kaynaklandığına yönelik olmalıdır. Acaba Türkiye hala dünyanın en verimli topraklarından birisine sahip mi? Ya da biz eskisi kadar iyi üretebiliyor muyuz? Hemen aklımıza bu iki sorunun takıldığına eminim. Evet, hala topraklarımız eskisi kadar verimli ve biz ülke olarak üretim konusunda da birçok dünya ülkesinin önündeyiz. Yine FAO verilerine göre Türkiye, Dünya hububat üretiminde on ikinci, sebze-meyve üretiminde altıncı sırada olmasının yanında, toplam on altı tarım ürününde ise ilk üç sırada yer almaktadır. Verilere bakıldığında görülüyor ki Türkiye tarımsal üretimin çeşitliliği ve miktarı konusunda oldukça iyi konumdadır. O halde karşı karşıya kaldığımız sorun doğrudan doğruya üretimin kendisi ile ilgili olmayıp daha farklı sebeplere dayanmaktadır.
Türkiye’de toplam ihracat rakamlarımız 120 milyar $ civarındayken, tarımsal ihracatımız sadece yukarıda bahsedildiği gibi 16 milyar $ dolaylarında seyretmektedir. Tarımsal üretim arazisi bakımından dünyada on üçüncü büyük güç olmamıza rağmen bu rakamlar bir çok gelişmiş ülkenin oldukça gerisinde kalmaktadır. Aynı zamanda neredeyse bütün Avrupa ülkeleri de yine bizden çok daha yüksek rakamlarda tarımsal ihracat verisine sahiptir. Şimdi diyebiliriz ki, ürettiğimiz tarım ürünlerini dış pazarlara satmak yerine ülke içinde tükettiğimiz için bu rakamlar düşük kalmış olabilir. Eğer bu durum da doğru olsaydı buğday, kuru soğan, arpa vb. gibi birçok ürününü ithal ediyor olmazdık sanırım.
Sonuca bakılacak olursa; üretim miktarının hiçte kötü görünmediği ülkemiz, tarımsal gelir anlamında ne üretici bazında ne de milli gelir bazında kimseyi memnun edecek bir seviyeye erişememiştir.
Son bir not olarak Brezilya örneği ile konuyu bağlamak daha faydalı olacaktır. 1993 yılında %5000 olan enflasyon oranını 1998 yılında %2,5’lara kadar düşürmeyi başarabilen Brezilya, Dünya tarım üretiminde de ilk sıralara yerleşmeyi başarmıştır. Tarımdaki bu başarının sırrı, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkedeki gibi üretici teşvikleri, tarımsal destekleme alımları gibi yöntemlerin bir kenara bırakılarak, sağlıklı bir tarım envanteri yapılanmasına dayanmaktadır. Yöntem son derece basittir aslında; hangi ürünün en iyi nerede yetiştirileceğinin belirlenmesi ve tarımsal arazilerin bölünmesini engelleyerek büyük ölçekli üretime geçilmesini sağlamak, işin temel sırrıdır. Tabi bunlar sadece işin görünen yüzünü oluşturmaktadır. Geriye kalan ise, iyi bir ülkesel örgütlenme, sağlıklı bir politik anlayış ve en önemlisi ülke çıkarlarının göz ardı edilmediği uluslar arası işbirliği anlaşmaları…
Evet rakamlar her şeyi ortaya koyuyor aslında. Sektörde gözle görülür bir ilerleme var gibi. Peki ama asıl soru, bu rakamların bu seviyelere gelmesinde en önemli paya sahip çiftçiler, tarım üreticileri bu büyüyen pastadan aldıkları payı ne kadar arttırabildiler?
İşte bu sorunun cevabı hepsinden çok daha önemli olsa gerek. İşte sizlere bir rakam daha o zaman! Ülke nüfusumuzun %25’lik bir kesimi tarım sektöründe istihdam bulmasına rağmen, bu nüfusun milli gelirimizden aldığı pay sadece yeni artışlarla %8’ler seviyesine gelebilmiştir. Kaba bir hesapla %17 oranında bir gelir kaybı söz konusu. Elbette ki bu durum üreticilerin yeterince mutlu olmamasına yeter de artar bile.
Avrupa Birliği’ne girebilmek için her alanda düzenleme yapmaya çaba harcandığı herkes tarafından görülebiliyor. Öyleyse Avrupa tarımında durum nedir bunların da konuşulmasında fayda var. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde pazara getirilen ürünler büyük üretici kooperatifleri tarafından pazarlanmaktadır. Bizim ülkemizde ise neredeyse dünyada hiçbir benzeri tam anlamıyla olmayan “aile çiftçiliği” söz konusudur. Dünyada ve Avrupa’da uygulanan kooperatif sistemi, kooperatifler bünyesinde örgütlenme, üretim aşamasından son aşama olan tüketime kadar süren destekler, teknoloji kullanımının teşvik edilip yaygınlaştırılması gibi pek çok sorunda destekçi olmaktadır. Türkiye’de sayılan bu faaliyetlerin hepsi çiftçilerin kendi çabaları ile yürütülmektedir. Tarlada üretilen ürünler tüketicinin sofrasına gelene kadar ortalama 3 kat fiyat artışına maruz kalmaktadır. Bunun en büyük sebebi de halen üretilen ürünlerin toptancı halleri aracılığı ile pazarlanıyor olmasıdır. Örneğin tarladan 50 kuruşa çıkan bir kg domates, soframıza gelene kadar 2 TL'ye ulaşmaktadır. Tüketicinin cebinden çıkan 2 TL, çiftçinin cebine giren ise 50 kuruş...
En gelişmiş ekonomi olduğunu bildiğimiz ABD'de yaklaşık 250.000 adet tarım kooperatifi bulunması son derece anlamlıdır. Ülkemizde ki kooperatifçilik sistemine bakıldığında ise sorunları çözebilen değil aksine sorun yaratan bir yapı olduğu açıktır. Bir çok üretici birliği ya da kooperatifi, bölgesine göre 14-15 bin çiftçi üyeden oluşmaktadır. Bu kadar çok üyenin bir arada bulunduğu bir ortamda hem idari anlamda hem de iletişim ve uygulama anlamında çok büyük aksaklıklar oluşacağı son derece açık bir durumdur. Bu sorunun ortadan kaldırılmasının tek ve basit yolu da ürün ve bölgesel bazlı kooperatiflerin kurulması ve kar amacı güdülmeden çiftçilere destek olunmasıdır. Üreticiden çıkan ürünlerin arada aracılar olmadan tüketiciye ulaştırılması da ayrı bir destek konusu olmalıdır.
Gerçek hak edenin yani tarlada çalışan çiftçinin kazanabilmesi için bu işlerliğin kazandırılması son derece önemlidir. Ancak bu sayede çiftçinin kazancı, vatandaşın cebinden çıkan paraya eşit olacaktır ve sektörün bütün büyüklüğü üreticinin cebine kalırken tüketici de daha fazla tasarruf etme şansı bulacaktır…
PEKİ GERÇEK BİR TARIM ÜLKESİ MİYİZ?
Anadolu, yüzyıllardan beri bütün dünyanın en verimli toprakları olarak kabul edilen coğrafyası sayılmıştır. Buna paralel olarak da bu bölgede yaşayan halklar geçimlerini büyük çoğunlukla topraktan sağlamışlardır. Birçok kişi diyebilir ki “ eski çağlarda teknoloji yoktu sanayi yoktu, insanlar toprağa muhtaçlardı”. Ben bu görüşe pekte katıldığımı söyleyemeyeceğim. Nedeni ise sanayi sektörünün tarım sektörüne olan bağlılığıdır. Tarımda üretilen ürünlerin bir çoğu ağır sanayi için de hammadde teşkil etmektedir. Yani gelişen bir toprak üretiminin sanayi üretimini de teşvik etmesi gerektiği apaçık ortadadır.
Günümüz dünyasında yaygın olan bir görüşe göre, kişi başına düşen gelir ve zenginliğin yüksek olduğu gelişmiş ekonomiler daha çok sanayi, teknoloji ve bilgiye dayalı sektörlere önem vermekte, buna karşın kişi başına düşen gelir ve zenginliğin düşük olduğu gelişmekte olan ülke ekonomilerinin ise daha tarımsal kaynaklı olduğu dikkat çekmektedir. Bu bağlamda sanayi sektörü, gelişmiş olmayı ve gücü, tarım sektörü ise geri kalmışlığı ve zayıflığı simgelemektedir. Ancak Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine bakıldığında bu görüşlerin ne kadar da yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birisi olarak kabul edilen ABD, dünya hububat üretiminde ikinci, yaş sebze ve meyve üretiminde üçüncü, et ürünleri üretiminde ikinci ve su ürünlerinde altıncı en büyük üretici konumundadır. Öyleyse gelişmişlikle tarımsal üretimin ters orantılı olduğunu düşünmek bizi çok doğru bir noktaya götürmeyecek, aksine gelişmişlik seviyesine ancak güçlü bir tarımsal alt yapı ile ulaşılabileceği tezine de destek verecektir.
2010’lu yıllara gelindiğinde Türkiye’de tarım sektöründe çok ciddi sıkıntıların olduğu bir gerçektir. Bu konuda cevaplanması gereken asıl soru da bu sıkıntıların nereden kaynaklandığına yönelik olmalıdır. Acaba Türkiye hala dünyanın en verimli topraklarından birisine sahip mi? Ya da biz eskisi kadar iyi üretebiliyor muyuz? Hemen aklımıza bu iki sorunun takıldığına eminim. Evet, hala topraklarımız eskisi kadar verimli ve biz ülke olarak üretim konusunda da birçok dünya ülkesinin önündeyiz. Yine FAO verilerine göre Türkiye, Dünya hububat üretiminde on ikinci, sebze-meyve üretiminde altıncı sırada olmasının yanında, toplam on altı tarım ürününde ise ilk üç sırada yer almaktadır. Verilere bakıldığında görülüyor ki Türkiye tarımsal üretimin çeşitliliği ve miktarı konusunda oldukça iyi konumdadır. O halde karşı karşıya kaldığımız sorun doğrudan doğruya üretimin kendisi ile ilgili olmayıp daha farklı sebeplere dayanmaktadır.
Türkiye’de toplam ihracat rakamlarımız 120 milyar $ civarındayken, tarımsal ihracatımız sadece yukarıda bahsedildiği gibi 16 milyar $ dolaylarında seyretmektedir. Tarımsal üretim arazisi bakımından dünyada on üçüncü büyük güç olmamıza rağmen bu rakamlar bir çok gelişmiş ülkenin oldukça gerisinde kalmaktadır. Aynı zamanda neredeyse bütün Avrupa ülkeleri de yine bizden çok daha yüksek rakamlarda tarımsal ihracat verisine sahiptir. Şimdi diyebiliriz ki, ürettiğimiz tarım ürünlerini dış pazarlara satmak yerine ülke içinde tükettiğimiz için bu rakamlar düşük kalmış olabilir. Eğer bu durum da doğru olsaydı buğday, kuru soğan, arpa vb. gibi birçok ürününü ithal ediyor olmazdık sanırım.
Sonuca bakılacak olursa; üretim miktarının hiçte kötü görünmediği ülkemiz, tarımsal gelir anlamında ne üretici bazında ne de milli gelir bazında kimseyi memnun edecek bir seviyeye erişememiştir.
Son bir not olarak Brezilya örneği ile konuyu bağlamak daha faydalı olacaktır. 1993 yılında %5000 olan enflasyon oranını 1998 yılında %2,5’lara kadar düşürmeyi başarabilen Brezilya, Dünya tarım üretiminde de ilk sıralara yerleşmeyi başarmıştır. Tarımdaki bu başarının sırrı, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkedeki gibi üretici teşvikleri, tarımsal destekleme alımları gibi yöntemlerin bir kenara bırakılarak, sağlıklı bir tarım envanteri yapılanmasına dayanmaktadır. Yöntem son derece basittir aslında; hangi ürünün en iyi nerede yetiştirileceğinin belirlenmesi ve tarımsal arazilerin bölünmesini engelleyerek büyük ölçekli üretime geçilmesini sağlamak, işin temel sırrıdır. Tabi bunlar sadece işin görünen yüzünü oluşturmaktadır. Geriye kalan ise, iyi bir ülkesel örgütlenme, sağlıklı bir politik anlayış ve en önemlisi ülke çıkarlarının göz ardı edilmediği uluslar arası işbirliği anlaşmaları…
KPSS İktisat Nedir? Nasıl Çalışılır?
Sevgili öğrenciler;
Bildiğiniz gibi İİBF mezunlarımız, kamuda A kadro olarak adlandırılan alanlarda istihdam edilebilmek için KPSS genel yetenek ve genel kültür sınavına ilave olarak Alan bilgisinden de sınava tabi olmaktadırlar.
KPSS Alan bilgisi sınavı iki oturum şeklinde yapıaktadır. Birinci oturumda iktisat, hukuk, maliye, muhasebe ve işletme alanlarından, ikinci oturumda ise Kamu yönetimi, Uluslararası ilişkiler, çeko, istatistik ve ekonometri alanlarından 30'ar adet soru gelmektedir.
İKTİSAT ALAN SINAVI
KPSS iktisat branşından soru gelecek konular ve soru dağılımları şu şekildedir:
Mikro iktisat: 9 soru
Makro iktisat: 7 soru
Para teorisi ve pol.: 3 soru
U.arası iktisat: 3 soru
Büyüme ve Kalkınma: 3 soru
Türkiye ekonomisi: 3 soru
Iktisat okulları: 2 soru
Iktisat dersi, KPSS ve kurum sınavlarına hazırlanan öğrencilerin en çok çekindiği dersler arasında yer almaktadır. Bu nedenle birçok öğrencinin sınav stresi yaşamasına yada sınavlara hazırlanmaktan vazgeçmesine neden olmaktadır. Peki iktisat gerçekten bu kadar zor bir branş mıdır? yada iktisadı nasıl kolaylaştırabiriz?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, iktisat mezunu olan bir öğrencinin neredeyse 4 yıl boyunca gördüğü tüm derslerden bu sınavda sorumlu olmak ve bunu sadece birkaç ayda başarmak hiçte kolay bir iş değil. Zaten bu nedenle iktisat Türkiye ortalaması her yıl 3-4 net dolaylarındadır. Bu anlamda zor bir sınav olduğu barizdir. Ancak şunu da unutmayalım ki tüm ögrenciler sizinle aynı şartlarda girecek bu sınava...
Peki iktisat nasıl çalışılır...
1- Iktisat, analizlerle ve grafiklerle dolu olan, sayısal mantık gerektiren bir derstir. Bu nedenle ezberci yaklaşmak yapılacak en büyük hata olacaktır. Konuları ezberlemek yerine, o konudaki olayın mantığını anlamaya çalışın...
2- Iktisat kesinlikle okunarak çalışılacak bir ders değildir. Mutlaka yazarak ve çizerek çalışın. Gerekirse aynı grafikleri defalarca kez çizin. Belki de her çizişinizde yeni bir ayrıntı farkedeceksiniz.
3- Sadece konu çalışmak ve tüm konuları %100 anlamak yeterli olmayabilir. Bazı sınavlarda öyle sorular gelebilir ki, o konuya tümüyle hakim olsanız bile soruyu çözmekte zorlanabilirsiniz. Bu nedenle konu çalışmakla birlikte olabildiğince fazla soru çözmek doğru yöntemdir. O yayın iyi bu yayın kötü demeden çok farklı soru tipleri görmek, bakış açınızı da geliştirecektir.
4- Çalışmaya yeni başladığınızda iktisat çözmek size zor gelecektir. Bu noktada kitaptan ya da defterinizden yardım almaktan çekinmeyin. Deftere bakmadan çözemiyorum, sürekli notlarıma bakmak zorunda kalıyorum diye hayıflanmayın... Zaman geçtikçe ve soru çözmeyi öğrendikçe notlarınıza daha az baktığınızı farkedecek ve en sonunda hiçbir nottan veya kitaptan yardım almadan soru çözebilir hale gelmiş olacaksınız. Bırakın bu süreç 1-2 ay sürsün hiç önemli değil...
5- Iktisat dersinde yukarıda da saydığımız gibi 7 farklı daldan toplam 30 soru gelmektedir. Tüm konular size hitap etmeyebilir. Bu nedenle stratejik davranmakta fayda var. Mesela mikro iktisat ile anlaşamayan birisi çok iyi para teorisi yapabilir. Makrodan hazetmeyen birisi çok iyi mikro yapabilir. Bu nedenle tüm konulara çok zaman harcayıp çok düşük netler yapacağınıza, birkaç konu belirleyip onlarda çok iyi olarak ortalama bir başarı sağlanabilir.
Bildiğiniz gibi İİBF mezunlarımız, kamuda A kadro olarak adlandırılan alanlarda istihdam edilebilmek için KPSS genel yetenek ve genel kültür sınavına ilave olarak Alan bilgisinden de sınava tabi olmaktadırlar.
KPSS Alan bilgisi sınavı iki oturum şeklinde yapıaktadır. Birinci oturumda iktisat, hukuk, maliye, muhasebe ve işletme alanlarından, ikinci oturumda ise Kamu yönetimi, Uluslararası ilişkiler, çeko, istatistik ve ekonometri alanlarından 30'ar adet soru gelmektedir.
İKTİSAT ALAN SINAVI
KPSS iktisat branşından soru gelecek konular ve soru dağılımları şu şekildedir:
Mikro iktisat: 9 soru
Makro iktisat: 7 soru
Para teorisi ve pol.: 3 soru
U.arası iktisat: 3 soru
Büyüme ve Kalkınma: 3 soru
Türkiye ekonomisi: 3 soru
Iktisat okulları: 2 soru
Iktisat dersi, KPSS ve kurum sınavlarına hazırlanan öğrencilerin en çok çekindiği dersler arasında yer almaktadır. Bu nedenle birçok öğrencinin sınav stresi yaşamasına yada sınavlara hazırlanmaktan vazgeçmesine neden olmaktadır. Peki iktisat gerçekten bu kadar zor bir branş mıdır? yada iktisadı nasıl kolaylaştırabiriz?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, iktisat mezunu olan bir öğrencinin neredeyse 4 yıl boyunca gördüğü tüm derslerden bu sınavda sorumlu olmak ve bunu sadece birkaç ayda başarmak hiçte kolay bir iş değil. Zaten bu nedenle iktisat Türkiye ortalaması her yıl 3-4 net dolaylarındadır. Bu anlamda zor bir sınav olduğu barizdir. Ancak şunu da unutmayalım ki tüm ögrenciler sizinle aynı şartlarda girecek bu sınava...
Peki iktisat nasıl çalışılır...
1- Iktisat, analizlerle ve grafiklerle dolu olan, sayısal mantık gerektiren bir derstir. Bu nedenle ezberci yaklaşmak yapılacak en büyük hata olacaktır. Konuları ezberlemek yerine, o konudaki olayın mantığını anlamaya çalışın...
2- Iktisat kesinlikle okunarak çalışılacak bir ders değildir. Mutlaka yazarak ve çizerek çalışın. Gerekirse aynı grafikleri defalarca kez çizin. Belki de her çizişinizde yeni bir ayrıntı farkedeceksiniz.
3- Sadece konu çalışmak ve tüm konuları %100 anlamak yeterli olmayabilir. Bazı sınavlarda öyle sorular gelebilir ki, o konuya tümüyle hakim olsanız bile soruyu çözmekte zorlanabilirsiniz. Bu nedenle konu çalışmakla birlikte olabildiğince fazla soru çözmek doğru yöntemdir. O yayın iyi bu yayın kötü demeden çok farklı soru tipleri görmek, bakış açınızı da geliştirecektir.
4- Çalışmaya yeni başladığınızda iktisat çözmek size zor gelecektir. Bu noktada kitaptan ya da defterinizden yardım almaktan çekinmeyin. Deftere bakmadan çözemiyorum, sürekli notlarıma bakmak zorunda kalıyorum diye hayıflanmayın... Zaman geçtikçe ve soru çözmeyi öğrendikçe notlarınıza daha az baktığınızı farkedecek ve en sonunda hiçbir nottan veya kitaptan yardım almadan soru çözebilir hale gelmiş olacaksınız. Bırakın bu süreç 1-2 ay sürsün hiç önemli değil...
5- Iktisat dersinde yukarıda da saydığımız gibi 7 farklı daldan toplam 30 soru gelmektedir. Tüm konular size hitap etmeyebilir. Bu nedenle stratejik davranmakta fayda var. Mesela mikro iktisat ile anlaşamayan birisi çok iyi para teorisi yapabilir. Makrodan hazetmeyen birisi çok iyi mikro yapabilir. Bu nedenle tüm konulara çok zaman harcayıp çok düşük netler yapacağınıza, birkaç konu belirleyip onlarda çok iyi olarak ortalama bir başarı sağlanabilir.
TASARRUFLAR VE TÜRKİYE EKONOMİSİ
Bir ülkede tasarruflar, kamu tasarrufları ve özel tasarrufların toplamından oluşmaktadır. Kamu kesimi tasarrufları, kamu gelirleri ile kamu giderleri arasındaki farkı ifade etmektedir. Özel kesim tasarrufları ise firmalar ile hanehalkı tasarruflarının toplamından oluşmaktadır. Ancak tasarrufların büyüklüğü ve etkisi, en çok o ülkenin kendi ekonomik yapısına bağlıdır.
Türkiye ekonomisinin yapısına bakıldığında özellikle son on yılda tasarruf/GSYIH oranında ciddi bir azalış olduğu göze çarpmaktadır. Bu durumu net ihracat dengesi ile açıklamak daha doğru olacaktır.
NX = (S - I) + (T - G)
Bu özdeşlikteki NX, Net ihracatı yani ihracat ile ithalat farkını, (S-I) özel kesim tasarrufları(S) ile yatırım (I) farkınından oluşan özel kesim dengesini ve (T-G) kamu gelirleri(T) ile kamu giderlerinden(G) oluşan kamu kesimi dengesini yansıtmaktadır.
S<I olması durumunda yatırımlar tasarruflardan daha büyük olacağı için özel kesimde tasarruf açığı oluşacaktır. Bu durumda yatırım yapmak isteyen kesim, kaynak ihtiyacını ulusal kaynaklardan karşılayamacağı için çareyi yabancı kaynaklarda arayacaktır. Aynı şekilde T<G olması durumunda kamu kesimi bütçe açığı verecek ve bu açığı kapatmak için çareyi ya özel kesim tasarruflarında yada yurt dışı kaynaklarda arayacaktır. Hem kamu kesimi hem de özel kesimin açık vermesi durumunda ise NX dengesinin de açık vermesi kaçınılmaz bir durumdur. Böyle bir durum teoride üçüz açık olarak adlandırılır.
Türkiye ekonomisinde 2015 yıl sonu verilerine göre Yatırım/GSYIH oranının yaklaşık %20, tasarruf/GSYIH oranının ise %13 civarında olduğu göz önüne alınırsa %7 civarında bir tasarruf açığı söz konusudur ki bu oran yaklaşık 55-60 milyar dolara denk gelmektedir. Dikkat edilirse bu rakamın aynı zamanda NX ile ifade edilen cari açığa eşit olduğu farkedilecektir. Ancak normalde tam tersi olmalıdır. Yani ulusal tasarrufların yurtiçi yatırımları karşılamaması durumunda bu açık yurt dışı tasarruflar (döviz girişi) ile denklenmelidir.
Maalesef içinde bulunduğumuz süreçte bırakın yabacı sermayenin yurt içi tasarruf açığını karşılamasını, aksine sürekli olarak ülkeden döviz çıkışı gerçekleşmektedir. Biz yurtiçi yatırımları ulusal tasarruflarımız ile karşılayamayan bir ülkeyiz. Yani sürekli olarak yabancı kaynağa ihtiyaç duymaktayız. Bu nedenledir ki hükümet tarafından halka sürekli olarak döviz bozdurun çağrısı yapılması hiçbir anlam ifade etmemektedir. Halk elindeki dövizi bozdurdukça sadece yurtiçi kaynaklar yer değiştirmekte, ülkeye yeni bir kaynak girişi olmadığı için tasarruf açığı devam etmektedir. Zaten Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu da yıllardır budur. Yatırımların çoğunlukla yabancı sermaye akımları ile karşılanmaya çalışılması...
Tasarrufları etkileyen önemli unsurlardan birisinin faiz olduğu düşünülürse diğeri şüphesiz ekonomik karar alıcıların beklentileridir. Bundandır ki Cumhurbaşkanının sürekli olarak " faize karşıyım ve faizleri düşürmek zorundayız" şeklinde açıklama yapması, tasarruf edenlerin kar beklentisini azalttığı için hem yurt için karar alıcılar hem de tasarruflarını ülkemizde değerlendirmeyi düşünen yabancılar, bu tasarruf kararlarından hızla vazgeçmektedirler.
Bu etkiler nedeniyle özel kesimin tasarrufa gidememesi, mecburen kamu kesimini tasarruf yapmaya zorlamaktadır. Dün Başbakan tarafından yapılan, kamuda tasarruf için yeni memur alımlarını ve istihdamı azaltacağız açıklaması, daha öncelerde başlatılan zorunlu BES( Bireysel Emeklilik) uygulaması, bu durumun bir yansımasıdır...
Peki kamunun alacağı bu tasarruf önlemleri nasıl etki gösterecek? Hanehalkı tasarruflarını artırmanın birinci koşulu, harcanabilir gelir düzeyini artırmaktır. Harcanabilir gelir ise kişilerin elde ettiği gelirlerden yine kişisel vergilerin düşülmesi ile bulunur. Yani kişisel geliri arttırıp, vergi yükünün azaltılması, harcanabilir geliri ve de tasarrufları artıracaktır. Yani vatandaşın cebinde ne kadar çok parası varsa önce tüketecek sonra kalan kısmı tasarruf edecektir. Eğer ulusal tassarrufları artırma niyetiyle istihdam kamudan başlayarak azaltılırsa, bunun tasarrufa yansıması beklenen iyileşmenin aksine açığın %7'den daha da yukarılara çıkmasına neden olacaktır.
Sonuç olarak bu sorun kısa bir süreçte ortaya çıkmadığı gibi çözümü de hemen olmayacaktır. Ancak kısa vadede faiz artışına giderek ve de geleceğe ilişkin olumlu beklentiler yaratarak (ki bu görev siyasilerin söylemlerine bağlıdır) yabancı yatırımcıların yeniden gelmesini sağlamak en kısa yoldur. Uzun vadede ise istihdamı artırıp daha çok gelir yaratmak ve bu gelirden doğacak tasarrufları akılcı ve katma degeri yüksek yatırımlara yöneltmek en doğru tercih olacaktır. Ayrıca sermaye piyasalarına etkinlik kazandırarak hanehalkı tasarrufları ile reel kesimi buluşturmak da mutlaka sağlanması gereken bir şarttır. Bu noktadan sonra elbette faizleri düşürmekte hiçbir sakınca olmayacağı gibi ülkemize gelen yabancı da faiz için değil, üretim için, istihdam yaratmak için gelmiş olacaktır...
Türkiye ekonomisinin yapısına bakıldığında özellikle son on yılda tasarruf/GSYIH oranında ciddi bir azalış olduğu göze çarpmaktadır. Bu durumu net ihracat dengesi ile açıklamak daha doğru olacaktır.
NX = (S - I) + (T - G)
Bu özdeşlikteki NX, Net ihracatı yani ihracat ile ithalat farkını, (S-I) özel kesim tasarrufları(S) ile yatırım (I) farkınından oluşan özel kesim dengesini ve (T-G) kamu gelirleri(T) ile kamu giderlerinden(G) oluşan kamu kesimi dengesini yansıtmaktadır.
S<I olması durumunda yatırımlar tasarruflardan daha büyük olacağı için özel kesimde tasarruf açığı oluşacaktır. Bu durumda yatırım yapmak isteyen kesim, kaynak ihtiyacını ulusal kaynaklardan karşılayamacağı için çareyi yabancı kaynaklarda arayacaktır. Aynı şekilde T<G olması durumunda kamu kesimi bütçe açığı verecek ve bu açığı kapatmak için çareyi ya özel kesim tasarruflarında yada yurt dışı kaynaklarda arayacaktır. Hem kamu kesimi hem de özel kesimin açık vermesi durumunda ise NX dengesinin de açık vermesi kaçınılmaz bir durumdur. Böyle bir durum teoride üçüz açık olarak adlandırılır.
Türkiye ekonomisinde 2015 yıl sonu verilerine göre Yatırım/GSYIH oranının yaklaşık %20, tasarruf/GSYIH oranının ise %13 civarında olduğu göz önüne alınırsa %7 civarında bir tasarruf açığı söz konusudur ki bu oran yaklaşık 55-60 milyar dolara denk gelmektedir. Dikkat edilirse bu rakamın aynı zamanda NX ile ifade edilen cari açığa eşit olduğu farkedilecektir. Ancak normalde tam tersi olmalıdır. Yani ulusal tasarrufların yurtiçi yatırımları karşılamaması durumunda bu açık yurt dışı tasarruflar (döviz girişi) ile denklenmelidir.
Maalesef içinde bulunduğumuz süreçte bırakın yabacı sermayenin yurt içi tasarruf açığını karşılamasını, aksine sürekli olarak ülkeden döviz çıkışı gerçekleşmektedir. Biz yurtiçi yatırımları ulusal tasarruflarımız ile karşılayamayan bir ülkeyiz. Yani sürekli olarak yabancı kaynağa ihtiyaç duymaktayız. Bu nedenledir ki hükümet tarafından halka sürekli olarak döviz bozdurun çağrısı yapılması hiçbir anlam ifade etmemektedir. Halk elindeki dövizi bozdurdukça sadece yurtiçi kaynaklar yer değiştirmekte, ülkeye yeni bir kaynak girişi olmadığı için tasarruf açığı devam etmektedir. Zaten Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu da yıllardır budur. Yatırımların çoğunlukla yabancı sermaye akımları ile karşılanmaya çalışılması...
Tasarrufları etkileyen önemli unsurlardan birisinin faiz olduğu düşünülürse diğeri şüphesiz ekonomik karar alıcıların beklentileridir. Bundandır ki Cumhurbaşkanının sürekli olarak " faize karşıyım ve faizleri düşürmek zorundayız" şeklinde açıklama yapması, tasarruf edenlerin kar beklentisini azalttığı için hem yurt için karar alıcılar hem de tasarruflarını ülkemizde değerlendirmeyi düşünen yabancılar, bu tasarruf kararlarından hızla vazgeçmektedirler.
Bu etkiler nedeniyle özel kesimin tasarrufa gidememesi, mecburen kamu kesimini tasarruf yapmaya zorlamaktadır. Dün Başbakan tarafından yapılan, kamuda tasarruf için yeni memur alımlarını ve istihdamı azaltacağız açıklaması, daha öncelerde başlatılan zorunlu BES( Bireysel Emeklilik) uygulaması, bu durumun bir yansımasıdır...
Peki kamunun alacağı bu tasarruf önlemleri nasıl etki gösterecek? Hanehalkı tasarruflarını artırmanın birinci koşulu, harcanabilir gelir düzeyini artırmaktır. Harcanabilir gelir ise kişilerin elde ettiği gelirlerden yine kişisel vergilerin düşülmesi ile bulunur. Yani kişisel geliri arttırıp, vergi yükünün azaltılması, harcanabilir geliri ve de tasarrufları artıracaktır. Yani vatandaşın cebinde ne kadar çok parası varsa önce tüketecek sonra kalan kısmı tasarruf edecektir. Eğer ulusal tassarrufları artırma niyetiyle istihdam kamudan başlayarak azaltılırsa, bunun tasarrufa yansıması beklenen iyileşmenin aksine açığın %7'den daha da yukarılara çıkmasına neden olacaktır.
Sonuç olarak bu sorun kısa bir süreçte ortaya çıkmadığı gibi çözümü de hemen olmayacaktır. Ancak kısa vadede faiz artışına giderek ve de geleceğe ilişkin olumlu beklentiler yaratarak (ki bu görev siyasilerin söylemlerine bağlıdır) yabancı yatırımcıların yeniden gelmesini sağlamak en kısa yoldur. Uzun vadede ise istihdamı artırıp daha çok gelir yaratmak ve bu gelirden doğacak tasarrufları akılcı ve katma degeri yüksek yatırımlara yöneltmek en doğru tercih olacaktır. Ayrıca sermaye piyasalarına etkinlik kazandırarak hanehalkı tasarrufları ile reel kesimi buluşturmak da mutlaka sağlanması gereken bir şarttır. Bu noktadan sonra elbette faizleri düşürmekte hiçbir sakınca olmayacağı gibi ülkemize gelen yabancı da faiz için değil, üretim için, istihdam yaratmak için gelmiş olacaktır...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)