2015 yılına ilişkin olarak açıklanan verilere bakıldığında tarım ürünleri ihracatımızın son 10 yılda 5 milyar dolardan 16 milyar dolara yükseldiği görülmektedir. Ayrıca yaş meyve ve sebze üretimi 40 milyon tondan 50 milyon tona çıkarken, tarım sektörünün büyüklüğü de 22 milyar dolardan 50 milyar dolara yükselmiştir.
Evet rakamlar her şeyi ortaya koyuyor aslında. Sektörde gözle görülür bir ilerleme var gibi. Peki ama asıl soru, bu rakamların bu seviyelere gelmesinde en önemli paya sahip çiftçiler, tarım üreticileri bu büyüyen pastadan aldıkları payı ne kadar arttırabildiler?
İşte bu sorunun cevabı hepsinden çok daha önemli olsa gerek. İşte sizlere bir rakam daha o zaman! Ülke nüfusumuzun %25’lik bir kesimi tarım sektöründe istihdam bulmasına rağmen, bu nüfusun milli gelirimizden aldığı pay sadece yeni artışlarla %8’ler seviyesine gelebilmiştir. Kaba bir hesapla %17 oranında bir gelir kaybı söz konusu. Elbette ki bu durum üreticilerin yeterince mutlu olmamasına yeter de artar bile.
Avrupa Birliği’ne girebilmek için her alanda düzenleme yapmaya çaba harcandığı herkes tarafından görülebiliyor. Öyleyse Avrupa tarımında durum nedir bunların da konuşulmasında fayda var. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde pazara getirilen ürünler büyük üretici kooperatifleri tarafından pazarlanmaktadır. Bizim ülkemizde ise neredeyse dünyada hiçbir benzeri tam anlamıyla olmayan “aile çiftçiliği” söz konusudur. Dünyada ve Avrupa’da uygulanan kooperatif sistemi, kooperatifler bünyesinde örgütlenme, üretim aşamasından son aşama olan tüketime kadar süren destekler, teknoloji kullanımının teşvik edilip yaygınlaştırılması gibi pek çok sorunda destekçi olmaktadır. Türkiye’de sayılan bu faaliyetlerin hepsi çiftçilerin kendi çabaları ile yürütülmektedir. Tarlada üretilen ürünler tüketicinin sofrasına gelene kadar ortalama 3 kat fiyat artışına maruz kalmaktadır. Bunun en büyük sebebi de halen üretilen ürünlerin toptancı halleri aracılığı ile pazarlanıyor olmasıdır. Örneğin tarladan 50 kuruşa çıkan bir kg domates, soframıza gelene kadar 2 TL'ye ulaşmaktadır. Tüketicinin cebinden çıkan 2 TL, çiftçinin cebine giren ise 50 kuruş...
En gelişmiş ekonomi olduğunu bildiğimiz ABD'de yaklaşık 250.000 adet tarım kooperatifi bulunması son derece anlamlıdır. Ülkemizde ki kooperatifçilik sistemine bakıldığında ise sorunları çözebilen değil aksine sorun yaratan bir yapı olduğu açıktır. Bir çok üretici birliği ya da kooperatifi, bölgesine göre 14-15 bin çiftçi üyeden oluşmaktadır. Bu kadar çok üyenin bir arada bulunduğu bir ortamda hem idari anlamda hem de iletişim ve uygulama anlamında çok büyük aksaklıklar oluşacağı son derece açık bir durumdur. Bu sorunun ortadan kaldırılmasının tek ve basit yolu da ürün ve bölgesel bazlı kooperatiflerin kurulması ve kar amacı güdülmeden çiftçilere destek olunmasıdır. Üreticiden çıkan ürünlerin arada aracılar olmadan tüketiciye ulaştırılması da ayrı bir destek konusu olmalıdır.
Gerçek hak edenin yani tarlada çalışan çiftçinin kazanabilmesi için bu işlerliğin kazandırılması son derece önemlidir. Ancak bu sayede çiftçinin kazancı, vatandaşın cebinden çıkan paraya eşit olacaktır ve sektörün bütün büyüklüğü üreticinin cebine kalırken tüketici de daha fazla tasarruf etme şansı bulacaktır…
PEKİ GERÇEK BİR TARIM ÜLKESİ MİYİZ?
Anadolu, yüzyıllardan beri bütün dünyanın en verimli toprakları olarak kabul edilen coğrafyası sayılmıştır. Buna paralel olarak da bu bölgede yaşayan halklar geçimlerini büyük çoğunlukla topraktan sağlamışlardır. Birçok kişi diyebilir ki “ eski çağlarda teknoloji yoktu sanayi yoktu, insanlar toprağa muhtaçlardı”. Ben bu görüşe pekte katıldığımı söyleyemeyeceğim. Nedeni ise sanayi sektörünün tarım sektörüne olan bağlılığıdır. Tarımda üretilen ürünlerin bir çoğu ağır sanayi için de hammadde teşkil etmektedir. Yani gelişen bir toprak üretiminin sanayi üretimini de teşvik etmesi gerektiği apaçık ortadadır.
Günümüz dünyasında yaygın olan bir görüşe göre, kişi başına düşen gelir ve zenginliğin yüksek olduğu gelişmiş ekonomiler daha çok sanayi, teknoloji ve bilgiye dayalı sektörlere önem vermekte, buna karşın kişi başına düşen gelir ve zenginliğin düşük olduğu gelişmekte olan ülke ekonomilerinin ise daha tarımsal kaynaklı olduğu dikkat çekmektedir. Bu bağlamda sanayi sektörü, gelişmiş olmayı ve gücü, tarım sektörü ise geri kalmışlığı ve zayıflığı simgelemektedir. Ancak Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine bakıldığında bu görüşlerin ne kadar da yersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birisi olarak kabul edilen ABD, dünya hububat üretiminde ikinci, yaş sebze ve meyve üretiminde üçüncü, et ürünleri üretiminde ikinci ve su ürünlerinde altıncı en büyük üretici konumundadır. Öyleyse gelişmişlikle tarımsal üretimin ters orantılı olduğunu düşünmek bizi çok doğru bir noktaya götürmeyecek, aksine gelişmişlik seviyesine ancak güçlü bir tarımsal alt yapı ile ulaşılabileceği tezine de destek verecektir.
2010’lu yıllara gelindiğinde Türkiye’de tarım sektöründe çok ciddi sıkıntıların olduğu bir gerçektir. Bu konuda cevaplanması gereken asıl soru da bu sıkıntıların nereden kaynaklandığına yönelik olmalıdır. Acaba Türkiye hala dünyanın en verimli topraklarından birisine sahip mi? Ya da biz eskisi kadar iyi üretebiliyor muyuz? Hemen aklımıza bu iki sorunun takıldığına eminim. Evet, hala topraklarımız eskisi kadar verimli ve biz ülke olarak üretim konusunda da birçok dünya ülkesinin önündeyiz. Yine FAO verilerine göre Türkiye, Dünya hububat üretiminde on ikinci, sebze-meyve üretiminde altıncı sırada olmasının yanında, toplam on altı tarım ürününde ise ilk üç sırada yer almaktadır. Verilere bakıldığında görülüyor ki Türkiye tarımsal üretimin çeşitliliği ve miktarı konusunda oldukça iyi konumdadır. O halde karşı karşıya kaldığımız sorun doğrudan doğruya üretimin kendisi ile ilgili olmayıp daha farklı sebeplere dayanmaktadır.
Türkiye’de toplam ihracat rakamlarımız 120 milyar $ civarındayken, tarımsal ihracatımız sadece yukarıda bahsedildiği gibi 16 milyar $ dolaylarında seyretmektedir. Tarımsal üretim arazisi bakımından dünyada on üçüncü büyük güç olmamıza rağmen bu rakamlar bir çok gelişmiş ülkenin oldukça gerisinde kalmaktadır. Aynı zamanda neredeyse bütün Avrupa ülkeleri de yine bizden çok daha yüksek rakamlarda tarımsal ihracat verisine sahiptir. Şimdi diyebiliriz ki, ürettiğimiz tarım ürünlerini dış pazarlara satmak yerine ülke içinde tükettiğimiz için bu rakamlar düşük kalmış olabilir. Eğer bu durum da doğru olsaydı buğday, kuru soğan, arpa vb. gibi birçok ürününü ithal ediyor olmazdık sanırım.
Sonuca bakılacak olursa; üretim miktarının hiçte kötü görünmediği ülkemiz, tarımsal gelir anlamında ne üretici bazında ne de milli gelir bazında kimseyi memnun edecek bir seviyeye erişememiştir.
Son bir not olarak Brezilya örneği ile konuyu bağlamak daha faydalı olacaktır. 1993 yılında %5000 olan enflasyon oranını 1998 yılında %2,5’lara kadar düşürmeyi başarabilen Brezilya, Dünya tarım üretiminde de ilk sıralara yerleşmeyi başarmıştır. Tarımdaki bu başarının sırrı, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkedeki gibi üretici teşvikleri, tarımsal destekleme alımları gibi yöntemlerin bir kenara bırakılarak, sağlıklı bir tarım envanteri yapılanmasına dayanmaktadır. Yöntem son derece basittir aslında; hangi ürünün en iyi nerede yetiştirileceğinin belirlenmesi ve tarımsal arazilerin bölünmesini engelleyerek büyük ölçekli üretime geçilmesini sağlamak, işin temel sırrıdır. Tabi bunlar sadece işin görünen yüzünü oluşturmaktadır. Geriye kalan ise, iyi bir ülkesel örgütlenme, sağlıklı bir politik anlayış ve en önemlisi ülke çıkarlarının göz ardı edilmediği uluslar arası işbirliği anlaşmaları…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder